8 Şubat 2012 Çarşamba

yaşa , yaşa



"oysa insan ağlarken bile tutarlı olmalı"

hayır, içinden nasıl ağlamak geliyorsa öyle ağlayacaksın. Gözlerin yuvalarından çıkacak, en sevdiğin eşyaları kırıp dökeceksin; sonra bir de ona ağlayacaksın. kalbinin pınarlarını kuraklığa terk edeseye kadar ağlayacaksın.

"ama öyle her zaman değil"

hayır, her zaman ağlayacaksın, gönlün ne zaman ağlamak istiyorsa o zaman açacaksın musluklarını; izleyeceksin kayboluşunu her sıkıntının dökülen damlalarda.

"boşa koysan dolmaz, dolusu alır mı?"

boş olmayacaksın, ama dolu da olmayacaksın. Duygular terazinin dengesini bozmaya başladığında tutacaksın diğer kefeyi, yukarıya kaldıracaksın; dengeleyeceksin kendini.

"cennetle cehennem arasındaki ince çizgi.."

Cennetle cehennem arasında ince bir çizgi bırakmayacaksın; hayata pamuk ipliğiyle değil, zincirlerle bağlanacaksın. Az önce dengeyi kurmuştun zaten, şimdi sıra onu korumakta.


yaşar gibi yaşayacaksın.

bazen değil, her zaman.

http://fizy.com/#s/1dlt0w

22 Ocak 2012 Pazar

Patasana



"Kentin alanlarını boğazladığım insanların cesetleriyle doldurdum. Kenti ve evleri yaktım yıktım; temelinden çatısına kadar parçaladım. Tuğla ve kerpiçten tapınak kulelerini, tapınakları ve tanrıları yerle bir ettim. Fırat'tan kentin ortasına kanallar kazdırıp kente sular akıttım. Gelecekte kentin, tapınakların, tanrıların yerlerini hiç kimsenin bulmaması için suda boğdum..."

Asur Kralı Sanherib

16 Aralık 2011 Cuma

Bir varmışım, bir yokmuşum.

http://fizy.com/#s/1joyda

Sağ elinin orta parmağında altın bir yüzüğü vardı. Çöpten bulduğu kıyafetlerle damgaladığı vücudunda değeri olan tek şey. Bir yüzük. Altın. Tam on gram, yani 957 TL. ağırlığında bir yüzük. Onun dışında hayatı anlamsız kılmaya yarayan iki gözü, havadaki tozları yutan gri renkte saçları, çöpün içindeki üzerine meyva suyu bulaşmamış birkaç parçayı çıkarmaya yarayan elleri ve dünyanın kirini temizlemeye yarayan iki ayağı vardı.

Hayatının hiç bir döneminde bir şeye sahip olmak ilgisini çekmemişti. Televizyona çıksa izleyenlerin ağzına sinek kaçmasına neden olabilecek zekasını, kirli hayatında bir kere zorlamıştı. Yüzüğünü alırken. Onun dışında hiçbir şeye sahip olmamayı ise hayatındaki en büyük başarı olarak görmüştü. Ve o günden sonra görmeyi bırakmıştı.

Her şeyi.

Ya da hiçbir şeyi.

Dünya üzerinde, hayatının en zor döneminde bile yalnız kalmaktan şikayet etmeyen tek insan oydu. Çünkü arkadaş kavramı, onun kafasındaki 5 delikten hiçbirine uğramamıştı. Doğduğundan beri konuşma ihtiyacı hissettiği tek insan, kapalı çarşıdaki herhangi bir kuyumcuydu.

Hayatta tanıdığı hiçbir insan olmadığı gibi, onu tanıyan da hiçbir insan yoktu. Zaten tanımak, onun tanımadığı bir kavramdı. Ama eğer onu tanıyan bir kaç insan olsaydı, onun "garip" ve "iğrenç" olduğunu düşünecekleri kesindi. Çünkü kendileri gibi olmayan herkes, kafalarında oluşturdukları mükemmel "garip" ve "iğrenç" kavramlarına mükemmel uyuyordu.

Ama onun bu konuda bir sıkıntısı yoktu. Hiçbir konuda olmadığı gibi. Düşünmeyi, düşünmesi gereken son şeyi düşündükten sonra bırakmıştı. Yani tam 18 yıl, 92 gün önce.

---18 yıl, 92 gün önce---

Tam 18 yaşındaydı. 18 yıldır halasıyla yaşıyordu.

Yaşadığına, yaşamak denirse.

Sabahtan akşama kadar kanepede oturur ve camdan dışarıya bakardı. Ağzından sadece bir iniltiye benzer "Neden?" çıkardı bazen. Tükürür gibi.

Halasının hastaneye taşındığını görmüştü. Beyaz önlük giymiş, birkaç bıyıklı adam. İki de ter kokan hemşire. Sonra da duymuştu halasının öldüğünü. Kalp krizi denen bir virüsten.

Anlam verememişti. Zekası, buna anlam veremeyecek kadar yüksekteydi çünkü. Paraşütle atlamak ise ona göre değildi.

Tam 92 gün geçmişti 18 yaşına girmesinin üzerinden.

Matematiğe dair hiçbir şey bilmiyordu. Ama hesapladı.

Tam 6666 gün yaşamıştı bu hayatta.

İşte o zaman karar verdi.

---

Halasıyla yaşadığı her saniyeye karşılık, halasının olmadığı bir saniye yaşamak istediğine tam 6666 gün önce karar vermişti.

Bugün, o gündü. 
---

Açtı yüzüğünün ön tarafındaki kapağı.

Tam 6666 gün önce teyzesinin suyuna karıştırdığı ölümden arda kalan ölüm'e baktı.

Evet, dedi.

---
Hiç düşünmemişti ölüm'ü yutarken.

Hastane masraflarını karşılamaya yetecek kadar değeri olan bir yüzüğü vardı çünkü.



---

Hayatın değerinin hastane masrafları kadar olduğunu, teorilerini pratiğe döktüğü gün anlamıştı.

O yüzden huzurluydu ölürken.

---

Sonrası zaten boşluk.

Bir yok olma duygusu, o kadar.



E.S



13 Aralık 2011 Salı

Yakarım Geceleri

 Hayattaki bir kaç özel insanı tenzih ederim. 

Değer, kimseye değmez.

http://fizy.com/#s/3e3b2a

Nasıl tanımlasam değeri, bilmiyorum. Adı üstünde zaten. Değer. Verilen bir şey bu. Hayat, sormak ve cevap almaktan, yani vermek ve almaktan ibaret olduğundan, bu da insanın her gün, belki de bir ömür boyunca verdiği bir şey. Ama belki de hayatta verilen her şeyden daha fazla göz ardı edilen, daha fazla suistimal edilen.

Ufaktım o zamanlar, bir Murat 131'imiz vardı. 11 kişi binerdik, şarkılar söyleyerek gezerdik şehir şehir. Avrupa turu yapar gibi keyif alırdık, kıçımıza batan arabaya ait demirler sayesinde hayatın engebeli yollarını daha iyi tanırdık. Çok güzel zamanlar geçirmiştik onunla. Ama  fotoğraf albümleri sarı ve siyah'tan maviye, yeşile, kırmızıya döndü. Elektronik albümlerin çıkmasına daha 10 sene vardı. Ama zaman geçiyordu, arabalar değişiyordu. Bizi izmir'den marmaris'e, oradan didim'e ve saklıkent'e götüren emektar, bir zevk aracı olmaktan çıkmıştı. Tam o sırada bir Mazda geldi imdadımıza. Geldi ve evimizin önündeki yerini buldu. Tam Murat 131'imizin satılmasından 1 ay önce. Tam, gözyaşı döküp kendimi paralamamdan 1 ay önce geldi. Ve koyu mavi Murat'ımızın son görüntüsü aklımda. Puslu gözlerimle onun uzaklaşmasını izlediğim her saniye bir falçata ve göz yaşı yardımıyla zihnime kazınmış gibi.

Değer denen duygu, bir yaşımdayken emziğim ağzımdan alındığı ilk an belirdi bende. İlk o zaman fark ettim değer'i.  Ağlayarak gösterdim tepkimi. Geri verdiler emziğimi. Taktım ağzıma ve güldüm onlara.

"Ağzınıza sıçacağım sizin!"

Hayır, sıçmayacaktım.

Ama, anladım.

Değer vermek neymiş, o zaman anladım. Değer verdiğin, ağzından başka bir yere dokundurmamak için her saniye damağını acıttığın emziğin bile senden uzaklaşırken sesini çıkarmıyordu.

Demek ki Murat'ımız da sessizce gidecekti. Gitti de. Tam değerine.

500 milyon lira.

Demek ki o kadar değeri vardı.

500 milyon lira. 

İşte o zaman anladım. Her şeyin sabit bir değeri vardı. Azalan, ama asla artmayan.

Neyse, o. 

İlkokul 2'ye gidiyordum.

İlk defa bir kavgaya tanık olmuştum. İki yakın arkadaş. Biri, diğerinin suratına yumruk atıyor, ötekisinin gözlük camları birer birer ellerine dökülüyor ve kanlar önlüğünü ıslatıyordu. 

İşte o zaman anladım. En acıtan, yakınındakiydi.

Beğendim bunu. Güzel kural, dedim. Birkaç ay sonra yakın arkadaşlarımdan birinin bacağını kırmaya karar verdim. 

İşte o zaman anladım, bacağın değeri, ödenecek hastane fiyatı kadardı.

Orta okula başladım. 

İşte orada anladım, zenginlerle okumanın değeri, bir kağıt parçası kadardı.

Lise'ye geldim. 

İşte o zaman anladım, futbol oynayamayanlara verilen değer, taşak kokan bir soyunma odasıydı.

Öss'ye hazırlandım. 

İşte o zaman anladım, çalışmayana verilen değer, 365 gün başına 18.000 TL kadardı. 5 sene devam edermiş. Çünkü onu ıslah etmek için 5 sene gerekirmiş. Öyle akıllanmaz, uslanmaz bir adammış ki bu, kendisiyle aynı cezaya çarptırılmış 59 kişi daha bulunurmuş koğuşunda. 

Üniversite'ye başladım.

İşte o zaman anladım, üniversite'ye verilen değer, vizelerden önceki bir gün ve finallerden önceki iki gündü.


Üniversite'yi bitiriyorum.

Hala anlayamadım. Bir bok anlayamadım. 

O gün emziğimi neden ağzımdan aldınız ? 
Ne gerek vardı uyuyan yaratığı uyandırmaya?
Neden yaptınız bu kötülüğü bana?

Neden yapıyorsunuz bunu ey insanlar.
Ne gerek var?






1 Aralık 2011 Perşembe

gezdim, dolaştım gurbet elleri.

Bazen kafa dağıtmak, bazen öğrenmek, bazen eğlenmek için gezdim. Çok da gezmedim, ama albümlerimi karıştırırken gülümseyen iki göze sahibim en azından. Şimdilik sadece Barcelona turu yapalım diyorum..

müziksiz Barcelona turu olur mu?

Barcelona, bildiğiniz gibi İspanya'nın bir şehri. İspanyollardan çok Katalanlar yaşıyor ve kullanılan dil de katalanca zaten. İspanyolca konuştuğunuzda anlamayıp, bir de üstüne Katalanca konuşup dumura uğratabiliyorlar.

Barcelona'nın en işlek yerlerinden birisi.. Art Museum. Gerçi giriş paralı olduğundan, cimrilik yapıp girmedik ama fotoğraf çektirmesek olmazdı =)


Artık yeni moda mı bilmiyorum, her şehirde sağlam bir akvaryum var. Barcelona akvaryumu da İstanbul'dakine benzer bir şekilde işliyor. Giriyorsunuz, ilk önce ufak balıklar, daha sonra tünele giriş ve her tarafınızdan geçen köpek balıklarının arasında buluyorsunuz kendinizi. İsteyenler yüzebiliyormuş da görüldüğü gibi.

Dondurma seçimi, yaptığım en zor seçimlerdendi. Zira buranın dondurmacıları biraz aşmış. Çeşit sayısı oldukça fazla olmakla birlikte tadı da mükemmel. Hayatımda yediğim en güzel dondurmalardı diyebilirim. Canınızı çektirdiysem özür. Gerçi kış günü.. Oturun oturduğunuz yerde =)


Turist otobüsü.. Ya da otobüsleri mi demeliyim?
Barcelona'nın turistik bölgelerini gezen otobüsler var. Günlük veya iki günlük biletler kiralayabiliyorsunuz. Neredeyse bütün önemli yerlerde duruyor ve 10 dakikada bir yeni otobüs geçiyor. Yani otobüsten inip, gezip, dolaşıp, fotoğraflarınızı çekip tekrar otobüse binebiliyorsunuz. Keyifli bir gezi yapıyorsunuz diyebilirim.. Taa ki başınıza olabilecek en kötü şey geleseye kadar..


Fırtına ve sel.. Daha sonra ne mi oldu?


İsyan!!!

Tabi sokaklarda üstsüz koşanlar, otobüsümüzün yardırdığı boyum kadar su dalgalarının altında kalan insanları izlemek hastaca keyif vermedi değil.



Tabi karnımız da açıkmadı değil arada.. Yemeklerin hepsinde yumurta olmasına ne demeli? biftek, patates kızartması, pilav ve yumurta.. Başlarda garipsense de sonra alışılıyor tabi. Ama pilava değil! Çünkü o gördüğünüz şey pilav değil, pişirilmiş pirinç mi desem, haşlanmış pirinç mi desem. Öyle birşey işte. Aman diyim, pilav yeme gafletine düşmeyin, pişman olursunuz.


Hiç mi güzel şeyler yemedik? Yedik tabi. Rock Museum Restaurant'ta yiyip de beğenmediğim tek birşeyolmadı mesela. Onlarda da yumurta vardı gerçi.. Yumurta her yerde! 

Biraz da acıkmışım sanırım.. Böyle bir görüntü çıktı ortaya işte.

Eee.. tabi içecek olarak Efes bulamıyor insan. Bulamayınca da en iyi tercihlerden biri Estrella oluyor.




Sevdiceğim de baya acıkmış olacak ki en az benim kadar saldırdı o da yemeklere.. Gerçi bir süre sonra ben her gün gitmek isteyince biraz hevesi kaçtı ama bazen hayat insana her istediğini yaptırmıyor işte =)


Şimdi fotoğraflarını bulamadım ama bir de vazgeçilmezimiz soslu patates kızarması vardı. Paraya kıyıp, hatta midemize de kıyıp her seferinde çılgınlar gibi yiyorduk. Şimdi adını da hatırlamıyorum, çok lazım olan olursa -ki hiç zannetmiyorum- sorar, hatırlar ve söylerim.


Vee.. Barcelona'nın simgesi: La Sagrada Familia.

Barcelona'nın mimarı diyebileceğimiz Gaudi'nin en büyük eseri.. Hayatı, eserini tamamlamaya yetmemiş. Zaten görüldüğü gibi 2011 yılında bile yapımı devam ediyor. Ama çılgın bir turist kalabalığı buraya girmek için yarışıyor resmen.. Nasıl mı?







Bazen şekilden şekle girerek..


















Bazen de sıyırmış vaziyette! =)










Ama sonunda içeri giriyorsunuz ve beklediğinize deyiyor. Binbir çeşit Dan Brown komplo teorisi dönüyor kafanızda, her yerde şifre arıyor ve gizemi çözmeye çalışıyorsunuz. Tabi çıkarken bunları bir kenara bırakıyorsunuz ve elinizde sadece çektiğiniz fotoğraflar ve güzel anılar oluyor.




Mimariyle biraz ilgileniyoruz da.. ahah.



Barcelona'nın en güzel şeyi kuşkusuz Sangria'sı.. Şarap desen şarap değil, meyva suyu desen hiç değil. Meyveli, gazozlu, şaraplı, şekerli güzel mi güzel içecek. Gecelerimizin dostu, en sevdiğimiz! Testi içerisinde getirilmesi ise ayrı bir hava katıyor olaya.


Burada en dikkat çeken şeylerden birisi, şehirde hiç yokuş olmaması. Hiç diyorum, çünkü gördüğüm sadece bir tane var. O da Gaudi efendi'nin en büyük ikinci eseri, yaşadığı yer olan tepe'ye çıkarken.. Mükemmel, huzur veren bir yer. Gerçi çok büyük olduğu için her tarafını gezme imkanımız olmadı ama.. Yine de şöyle kareler yakalayabildik..


Öhöm..

Bir de.. Üstten bir Barcelona karesi.

Genel olarak böyle işte.. Gerçi yukarıdan çekince baya bir karışık olduğu zannediliyor ama öyle bir şehir planlama yapılmış ki, evler yaklaşık 10'lu bloklar halinde kareler oluşturacak şekilde dizilmiş ve şehir boyunca böyle. Bütün caddelerin genişlikleri yaklaşık olarak aynı ve yayaların kullanımı için aynı genişlikte kaldırımlar da bunlara eşlik ediyor..


Gece klupleri gibi lükslerimiz olmadığından, biz de kendi eğlencemizi yaptık.. Çocuklar gibi eğlendik =)


Böyle görüntüler de ortaya çıktı tabi =)

Her şeyin sonunda..

Barcelona benim için böyle bir yerdi işte..

Boş versene,
Hayat gözlerini aşağı çeviremeyecek kadar,
Gülümseyişini yer çekimine emanet edemeyecek kadar güzel.

26 Kasım 2011 Cumartesi

yazdım, çizdim, hayal ettim..

Yazarlığı basitçe, birşeyler yazmak, hatta onları da okutabilmek olarak tanımlayabiliriz. Lafı çok uzatmak istemiyorum, direk konuya gireyim.

Son okuduğum birkaç kitapta gözüme çarpan bir şey var.. Yazarlar, yaptıkları işi "yaratmak"olarak tanımlıyorlar.Ben bu durumu yüksek ego olarak tanımlıyorum.


Yazmak, gözümüzde özgürlüğün simgesi, fikirlerin paylaşımı, farklı görebilmek ve bunları güzel betimlemelerle insanlara sunmaktır. Başarılı bir yazarın ise bu özgürlüğü ve fikir paylaşımını gerçek amacına uygun, yani kitlelere ulaşarak yapabilmesi için olaylara ve nesnelere karşı farklı bir bakış açısı sunması gerekiyor.


Fakat bunu "yaratıcılık" olarak adlandırmak, yapılan işi olduğundan büyük göstermekten ibarettir.




Bir yazar, yazar olmayan bir insanın bakıp sadece bir köpek gördüğü sokaktan, "yağmur altında ıslanmış bedenlerini eve atmaya çalışan aşıkların heyecanıyla titreyen bulutlar ve onların altında soluğuyla sokağı inleten köpeği" görebilir. veya yine aynı sokağa bakıp, "açlıktan gözü dönmüş ve alacağı ilk et kokusuna amansızca koşacak olan köpekleri" de görüyor olabilir. Fakat bu, yaratmaktan ziyade bir girdiyi alarak, beyin gücünü kullanarak bir çıktıya dönüştürmektir. Yani yaratmak değil, üretmektir.



Yaratmak, yoktan var etmektir. Burada yazarın yaptığı şey ise var olan köpek ve yağmur gibi nesneleri kullanıp, üzerine yağmurda aşıkların romantizm yaşaması, yağmurun ıslatması, köpeklerin aç olmasının insanlar üzerinde can acıtan bir etkisi olması, gibi fikirleri ekleyip bir çıktı almasıdır. Az önce de dediğim gibi, üretmektir.

Blog yazılarına şarkı ekleyerek daha keyifli okunmasını sağlayan sevdiceğimin de yaptığı gibi:
http://fizy.com/#s/1deucp

22 Kasım 2011 Salı

Live Is Life

Doğdu.

İlk başarısı, doğumuna yardım eden hemşirenin suratına işemekti. 
Varoluşa dair hiçbir soru yoktu belki kafasında. Ama o cevabını verdi. İşeyerek. 

Bir yokluğa varacağını bilebilir mi insan doğduğunda?

Ne iyiliğin, ne kötülüğün önemi olan o an. 
Ne yan sokakta tiner çeken çocuğun acılı gözlerini, ne de yağan yağmurda ıslanan yeni botlarını umursadığı o an..


O an bile işeyebiliyorsa insan o hemşirenin suratına..

Oha oha. Neler yapmışım ben öyle?
Şimdi ben gidiyorum, azcık sakin olup geri dönücem.