13 Aralık 2011 Salı

Yakarım Geceleri

 Hayattaki bir kaç özel insanı tenzih ederim. 

Değer, kimseye değmez.

http://fizy.com/#s/3e3b2a

Nasıl tanımlasam değeri, bilmiyorum. Adı üstünde zaten. Değer. Verilen bir şey bu. Hayat, sormak ve cevap almaktan, yani vermek ve almaktan ibaret olduğundan, bu da insanın her gün, belki de bir ömür boyunca verdiği bir şey. Ama belki de hayatta verilen her şeyden daha fazla göz ardı edilen, daha fazla suistimal edilen.

Ufaktım o zamanlar, bir Murat 131'imiz vardı. 11 kişi binerdik, şarkılar söyleyerek gezerdik şehir şehir. Avrupa turu yapar gibi keyif alırdık, kıçımıza batan arabaya ait demirler sayesinde hayatın engebeli yollarını daha iyi tanırdık. Çok güzel zamanlar geçirmiştik onunla. Ama  fotoğraf albümleri sarı ve siyah'tan maviye, yeşile, kırmızıya döndü. Elektronik albümlerin çıkmasına daha 10 sene vardı. Ama zaman geçiyordu, arabalar değişiyordu. Bizi izmir'den marmaris'e, oradan didim'e ve saklıkent'e götüren emektar, bir zevk aracı olmaktan çıkmıştı. Tam o sırada bir Mazda geldi imdadımıza. Geldi ve evimizin önündeki yerini buldu. Tam Murat 131'imizin satılmasından 1 ay önce. Tam, gözyaşı döküp kendimi paralamamdan 1 ay önce geldi. Ve koyu mavi Murat'ımızın son görüntüsü aklımda. Puslu gözlerimle onun uzaklaşmasını izlediğim her saniye bir falçata ve göz yaşı yardımıyla zihnime kazınmış gibi.

Değer denen duygu, bir yaşımdayken emziğim ağzımdan alındığı ilk an belirdi bende. İlk o zaman fark ettim değer'i.  Ağlayarak gösterdim tepkimi. Geri verdiler emziğimi. Taktım ağzıma ve güldüm onlara.

"Ağzınıza sıçacağım sizin!"

Hayır, sıçmayacaktım.

Ama, anladım.

Değer vermek neymiş, o zaman anladım. Değer verdiğin, ağzından başka bir yere dokundurmamak için her saniye damağını acıttığın emziğin bile senden uzaklaşırken sesini çıkarmıyordu.

Demek ki Murat'ımız da sessizce gidecekti. Gitti de. Tam değerine.

500 milyon lira.

Demek ki o kadar değeri vardı.

500 milyon lira. 

İşte o zaman anladım. Her şeyin sabit bir değeri vardı. Azalan, ama asla artmayan.

Neyse, o. 

İlkokul 2'ye gidiyordum.

İlk defa bir kavgaya tanık olmuştum. İki yakın arkadaş. Biri, diğerinin suratına yumruk atıyor, ötekisinin gözlük camları birer birer ellerine dökülüyor ve kanlar önlüğünü ıslatıyordu. 

İşte o zaman anladım. En acıtan, yakınındakiydi.

Beğendim bunu. Güzel kural, dedim. Birkaç ay sonra yakın arkadaşlarımdan birinin bacağını kırmaya karar verdim. 

İşte o zaman anladım, bacağın değeri, ödenecek hastane fiyatı kadardı.

Orta okula başladım. 

İşte orada anladım, zenginlerle okumanın değeri, bir kağıt parçası kadardı.

Lise'ye geldim. 

İşte o zaman anladım, futbol oynayamayanlara verilen değer, taşak kokan bir soyunma odasıydı.

Öss'ye hazırlandım. 

İşte o zaman anladım, çalışmayana verilen değer, 365 gün başına 18.000 TL kadardı. 5 sene devam edermiş. Çünkü onu ıslah etmek için 5 sene gerekirmiş. Öyle akıllanmaz, uslanmaz bir adammış ki bu, kendisiyle aynı cezaya çarptırılmış 59 kişi daha bulunurmuş koğuşunda. 

Üniversite'ye başladım.

İşte o zaman anladım, üniversite'ye verilen değer, vizelerden önceki bir gün ve finallerden önceki iki gündü.


Üniversite'yi bitiriyorum.

Hala anlayamadım. Bir bok anlayamadım. 

O gün emziğimi neden ağzımdan aldınız ? 
Ne gerek vardı uyuyan yaratığı uyandırmaya?
Neden yaptınız bu kötülüğü bana?

Neden yapıyorsunuz bunu ey insanlar.
Ne gerek var?






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder